1. Haberler
  2. DÜNYA
  3. Demokrasi İçin Medya: Sansürün Tarihi

Demokrasi İçin Medya: Sansürün Tarihi

Demokrasi İçin Medya: Sansürün Tarihi
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Adı henüz kesinleşmemiş olan, üyelerinin tarihsel bir öneme sahip olduğu ifade edilen komisyon, çalışmalarına aktif olarak başladı. Meclis Başkanı’nın konuşmasında en dikkat çekici noktayı, demokrasinin inşasına dair verdiği mesaj oluşturuyor: “Demokratik, çoğulcu ve herkesin kendisine ait hissettiği bir Türkiye’yi hep birlikte, büyük bir çabayla inşa edeceğiz.” Eğer bu hedef hayata geçirilirse, ülke açısından önemli bir aşama kaydedilmiş olacak. Ancak bu demokratikleşme süreci, medya üzerinde nasıl bir etki yaratacak? Tarih, bu konuda pek iç açıcı bir tablo sunmamakta ve geçmişte ödenen bedelleri hatırlatmaktadır.

Şu anda örgütün ve “kurucu önder”inin ismi rahat bir şekilde telaffuz ediliyor. Bir zamanlar, bu isimlerin anılması dahi büyük bir risk taşırken, şimdi durum oldukça farklı. Bu satırların yazarı, çalıştığı dergide bir olayın açıklığa kavuşmasını sağlamak amacıyla yaptığı bir açıklama yüzünden, diğer yöneticilerle birlikte terör örgütünün propagandasını yapma iddiasıyla en az sekiz yıl hapis cezasıyla yargılanmıştı. Bu durum yalnızca bu ekibe özgü değildi; o dönemde medya çalışanları için zorlu bir süreç yaşanıyordu.

Kullanılması gereken kelimeler ve tanımlamalar son derece dikkatlice seçilmeliydi. Türkiye’de “Kürt sorunu” ifadesi geçerli değildi; bunun yerine “Güneydoğu sorunu” denilmesi gerekiyordu. Örgüt ve onun kurucusuyla ilgili kullanılabilecek terimler, devlet radyosunda ya da askerlerle yapılan toplantılarda fısıldanıyordu. “Bölücü, eşkıya, asi, terörist başı, bebek katili, İmralı, Kandil, Dağ” gibi ifadeler serbestti. PKK’nın ismi bile yasaktı, “PKK lideri” ifadesi de aynı şekilde. “Militan” ya da “gerilla” kelimeleri kullanılmıyordu. “Sayın” kelimesi ise tamamen yasaklıydı. Sınır dışındaki bir yerden bahsederken “Kürdistan” değil, “Kuzey Irak” ya da “Irak’ın Kuzeyi” denmekteydi. Üç-dört yıl öncesine kadar, bir türkü söylenmesi bile yasak ve ceza getiren bir durum olarak değerlendiriliyordu. Hatta kendi dillerinde konuşmaları da sorun yaratıyordu. Çatışmalar sırasında teröristler “ölüm” ya da “öldürülme” durumlarına maruz kalmıyordu; ifade tarzı “ölü olarak ele geçirildi” ya da “etkisiz hale getirildi” şeklindeydi. Bu kişilerin sünnetli mi sünnetsiz mi olduğu bile önemliydi; sünnetsiz olanlar kesinlikle “Ermeni” olarak tanımlanıyordu. Kürtçe ise var olmayan bir dil olarak kabul ediliyordu. Darbenin başındaki kişi, “Kürt yoktur, dağ Türkü vardır” gibi bir saptamayla sorunu baştan çözmüş gibiydi.

Buna rağmen, var olmayan sorunu çözmek için önemli adımlar atıldı. Hatta ateşkes durumları bile yaşandı. Farklı zaman dilimlerinde, 1996, 1997, 1999, 2002 ve günümüze kadar devam eden süreçlerde çeşitli görüşmeler yapıldı. İlk adım, 1992-1993 yıllarında kurucunun Şam’da bulunduğu dönemlerde atılmıştı. Dönemin cumhurbaşkanı, şu anda bir parti olarak varlık gösteren partinin milletvekili, Filistin deneyimli gazeteci ve kendi ifadeleriyle “müzakereci”, Kürtlerin temsilcisi olarak görevlendirildi. Müzakereci, dergisinde kurucuyu övdükten sonra, sürekli parti değiştiren biri tarafından ağır eleştirilere maruz kaldı. Ayrıca, diğer gazetecilerle birlikte, itibarını zedelemek amacıyla kapsamlı bir kampanyaya hedef oldu. Kurduğu konseyin yayınları ile üye olmayan gazetecileri patronlara ihbar eden köşe yazarları, o gazetecileri “içimizdeki hainler” olarak nitelendirdi. Güneydoğu’da hain damgası yiyen başka gazeteciler de vardı. Maalesef bu gazeteciler, gözaltı ve tutuklamalarla sınırlı kalmayıp, hayatlarını da tehlikeye atacak durumlarla karşılaştılar. Polis panzerinden atıldığı iddia edilen bir kurşunla hayatını kaybeden gazeteci İzzet Kezer’in adı akıllarda yer etti. O dönemde, 1992-1993 yıllarında bölgede hayatını kaybeden gazetecilerin sayısı 20’ye ulaştı. Bölgeyi terk eden gazeteci sayısı ise 22 oldu; bunlardan yedisi, örgütün koyduğu çalışma yasağı nedeniyle ayrılmak zorunda kaldı. Örgüt, büroları kapatmaya kadar varan bir baskı uyguladı.

Gazeteciler, öldürülme korkusunun yanı sıra aileleriyle tehdit edilme endişesi taşırken, ilginç bir taleple karşılaştılar. Sarı gömlek giymek zorundaydılar; böylece polisle karşılaşmaktan kaçınılabilecekti. Gazeteciler, Olağanüstü Hal Yasası gibi yasaların baskısı altındaydılar. 1990’daki “SS Kararnameleri” olarak bilinen düzenlemeler, iktidara olağanüstü yetkiler tanıyordu. 1991 yılında yürürlüğe giren Terörle Mücadele Yasası, haber alma ve verme özgürlüğünü neredeyse tamamen engelliyordu. Sorumlu yazı işleri müdürlerinin unvanı artık “sıkıyönetimden sorumlu yazı işleri müdürü” olarak geçiyordu.

Sıkıyönetim döneminde, askerlerin terör konusundaki etkisi oldukça fazlaydı. Çankaya’daki köşkte yapılan zirvede konuşulanların yazılmasına izin verilmedi. Kurucuyla ilgili bir röportaj yayımlayan gazetenin genel yayın müdürü, komutanlardan “düşmanı tanıyamadığı için” azarlandı. Neredeyse tüm gazeteler, generallerin emirlerini “başüstüne” diyerek uygulamak zorunda kalıyordu. Bir derginin matbaasında basılmasına izin verilmedi. Yazarların kaleme aldığı makaleler, defalarca “düzeltilmesi” talebiyle geri gönderildi. Televizyonda teröristlerin karakol baskınının gösterilmesi, askerlerin tepkisini çekti ve istenen önlem, şehit cenazelerinin ekranlarda birinci haber olmamasıydı. Bu dönemde, cesur muhabirler de boş durmadı. Koruculara yüzlerini gizleyen poşu taktırarak, militan gibi gösterip, “kampa girdik” yalanını yayımladılar. Acar muhabir bulamayanlar ise, istihbaratçılardan temin edildiği söylenen fotoğrafları paylaştı. Kurucunun Türkiye’ye getirilmesi ve yargılanması sırasında yaşanan gelişmeler, halkla ilişkiler çalışması gibi görünüyordu.

Devlet televizyonu, ilerleyen süreçte başbakan ve cumhurbaşkanı olma yolunda ilerleyen siyasi parti liderinin sözlerini dahi sansürledi. Sansür ve baskılar oldukça yoğundu. Yüksekova’da öldürülen iki hamile kadının haberi, devlet radyosunda sekiz gün sonra yer alabildi. 2011’deki Uludere olayı ise, Amerikan menşeli televizyonda genel yayın müdürünün bağırmasıyla sansürlendi; “Uludere haberi verilmeyecek.” Valinin açıklamaları yeterli değildi; Genelkurmay’ın açıklamasının beklenmesi gerekiyordu. Birkaç yıl sonra, Hendek olayları sırasında, belirli bir renkle anılan bir şovmen hakkında, programına katılan ve kendisini öğretmen olarak tanıtan bir seyircinin sözlerini yayımladığı için soruşturma açıldı. Rakip gazetenin, o televizyon için kapatma cezası verilmesini istemesi, nefret söyleminin basit bir örneği olarak kayda geçti.

Bu yazıda Türkiye’de medya sansürünün terörle ilişkili boyutlarının kısa bir özeti yapılmaya çalışılmıştır. Medya sans

Demokrasi İçin Medya: Sansürün Tarihi
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Asistantr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.