Geçtiğimiz günlerde Çin, Brahmaputra Nehri üzerinde dünyanın en büyük hidroelektrik santralini inşa etmeye başladı. Tibet Platosu’ndaki bu büyük ölçekli proje, yıllık 300 milyar kilovatsaat üretim kapasitesiyle sadece bir enerji yatırımı olmanın ötesinde, bölgesel jeopolitikte su üzerinden yeni bir hegemonya stratejisi oluşturma amacını taşıyor. Yaklaşık 167 milyar dolara mal olacak bu yatırım, modernleşme görüntüsünün arkasında güçlü bir proje sunuyor.
Enerji diplomasisi, doğa üzerinden şekilleniyor. Bu projeyle birlikte nehrin akış yönünün değiştirilmesi, Himalaya ekosisteminin tehdit altında olduğu endişesini ortaya çıkarıyor. Aynı zamanda, Çin’in komşu ülkeler üzerinde stratejik baskı kurma yeteneğini artırdığı da vurgulanıyor. Bu durum, enerji üretiminin yanı sıra suyun da jeopolitik bir silah haline geldiğini gözler önüne seriyor. Uluslararası hukuk, sınır aşan su kaynakları konusunda hâlâ yetersiz kalıyor. Bu boşluk, güçlü devletlere su kaynakları üzerinde egemenlik kurma fırsatı sunuyor. Etiyopya’nın Nil Nehri üzerindeki Rönesans Barajı ile Mısır’a karşı uyguladığı baskı, bu stratejinin Afrika’daki bir örneği olarak değerlendiriliyor.
BARAJLAR YÜKSELİYOR, ZEYTİNLİKLER ÇÖKÜYOR
Günümüzde hidroelektrik projeleri yalnızca elektrik üretmekle kalmıyor; aynı zamanda diplomatik baskı, ekonomik bağımlılık ve çevresel sorunlar da yaratıyor. Bu küresel dinamikler içinde Türkiye’de zeytinliklerin gölgesinde başka bir sessizlik büyüyor.
TBMM’den geçen yeni düzenlemeyle zeytinlik alanlar enerji ve madencilik projelerine açıldı. Burada yalnızca zeytinliklerin meseleyi oluşturmadığını belirtmek gerekir; Soma’da, Akbelen’de köylüler sadece ağaçları değil, yaşam biçimlerini de koruma mücadelesi veriyor.
Zeytin, toprağa kök salmış bir kültürel belleği temsil ediyor. Onu kesmek, bir kültürü, bir direnişi yok etmek anlamına geliyor. Enerji adına doğayı yok etmek, aslında bir medeniyet biçimini de ortadan kaldırmak demektir. “Kalkınma” adı altında gerçekleştirilen her tahribat, sonunda bir “kriz” olarak geri dönecektir. Suskun bırakılan nehirler kuruyacak, kökünden koparılan zeytinlikler yalnızca toprağı değil, geleceği de çoraklaştıracaktır.
TOPRAK KİMLİK TAŞIR
İklim Yasası gibi düzenlemeler yalnızca karbon ticaretine odaklanıyor; kırsal yaşam döngüsünü ve toprağın hukukunu kapsamıyor. Bu yasa, finansal bir çerçeve ile yetinirken, ekolojik adalet kavramı göz ardı ediliyor. Bu durum “yeşil kalkınma” adı altında sessiz bir doğa sömürüsü olarak değerlendiriliyor.
Çin, suyu kullanarak komşularına baskı kurma stratejisi güderken, Türkiye doğasını feda ederek kendi toplumuna baskı uygulamakta. Bu iki örnek, enerjiyi yalnızca ekonomik değil, politik ve kültürel bir güç aracı olarak kullanan otoriter eğilimleri yansıtıyor.
Günümüzdeki en büyük yanlış, doğayı bir ekonomik kaynak, toplumu da bu kaynağın tüketicisi olarak görmek. Oysa doğa, yalnızca üretimin değil, ortak geleceğimizin temel zeminini oluşturuyor. Bu zemin kaybolduğunda, yalnızca ekosistem değil, demokrasi ve yaşam hakkı da sarsılacaktır.
Doğa, bize karşılıksız bir yaşam hakkı sunarken, biz ona sürekli bedel ödetiyoruz. Doğanın sessizliği aslında bir çığlıktır; bu çığlığı duymamak, yaşamı reddetmek anlamına geliyor.