Uzun yıllardır eğitim alanında çalışan bir birey olarak, son dönemlerde yaşanan gelişmelerin oldukça endişe verici olduğunu belirtmek istiyorum. Freud’a göre, eğitici olmak aslında mümkün olmayan bir meslek olarak değerlendiriliyor. Bu durum, eğitimin işlevselliğinin giderek azalmasına ve trafik polisliğine benzer bir hale gelmesine yol açıyor. Eğiticinin birey üzerindeki değişimden sorumluluğunun az olması, eğitici zihniyeti ve kalitesi açısından bir nebze sevindirici olabilir. Ancak, doğanın kendini koruyamadığı gerçeği, bazı bireyler için pek faydalı olamayabiliyor. Ne yazık ki, binlerce taciz, tecavüz ve intihar vakasına rağmen, çocuklar hala merdiven altı mekanlarda sözde dini eğitime yönlendirilmektedir.
Şimdi ise laik orta sınıf ve eğitim ilişkisine bakalım. Bugünlerde özel okul fiyatlarının fahiş olduğu bir ortamda, bu okulların çoğu öğretmenlerini düşük ücretlerle çalıştırmakta ve buna rağmen hala rağbet görmektedir. Uzun yıllar çalıştığım bir okulda, güvenlik görevlilerimize, “Bu paraları size ve aşçı ablalarınıza veriyorlar” diye takılırdım. Güvenlik, artık bir saplantı haline gelmişken, bireyler, çocuklarının en azından 8-9 saat boyunca güvenlikli bir ortamda bulunmasını istiyor. Yemek konusuna gelince, çoğu okulda neredeyse tamamı çöpe giden yemekler, velilere ciddi faturalar olarak yansıtılıyor. Sorun sadece yemeğin lezzetsiz olması değil, çocukların beslenme kültürü neredeyse yok. Peynir, yumurta ve zeytin yemeyen çocuk sayısı o kadar fazla ki, bu durum insanı şaşırtıyor. Simit, poğaça, pizza ve kuru ekmek, bazen çocukların tek tercihi haline geliyor. Veliler ise “Lütfen ısrar etmeyin, okula gelmek istemiyor” diyerek durumu kabulleniyor. Ancak bütün gün aç kalan çocuklar, zamanla yorgunluk hissi yaşamaya başlıyor.
Servis ücretleri de ayrı bir sorun. Neden sağlıklı bir çocuk, metroya binmeyi öğrenemiyor? Elbette belli bir yaş grubundan bahsediyorum. Tüm ortaokul ve lise hayatım boyunca okula otobüsle giden biri olarak, bu durum bana pek mantıklı gelmiyor. Arkadaşlarım, “Eğer sen olsan gönderir misin?” diye soruyor; ben de “Evet, gönderirim” diyorum ama çocuğum bu durumda gitmek istemez ki. Çünkü servise binmek ve pahalı kulaklık takmak, bir ayrıcalık haline gelmiş. Ayrıca, “Ne yani, biz fakir miyiz?” gibi bir söylem var artık. Kime göre, neye göre? Örneğin, Tesla sahibi biri için, biz oldukça fakiriz. Tüm bunların yanı sıra, okul çantalarından çoraplara kadar çocuklar arasında ciddi bir sınıfsal ayrımcılık mevcut. Liseden uzak kalalı uzun zaman oldu ama çalıştığım dönemde, markacılık akran zorbalığının en yaygın biçimiydi. Ben de bu durumu eğlenceli hale getirerek çocuklara aldığım şeylerin yerlerini şaka yollu söylerdim. Onlar, bu marka ve ürünlerin kendilerine daha önemli hissettirdiğini düşündükleri için bu durumu ciddiye alıyorlardı.
Peki, anne babalar bu konuda farklı mı? “Çocuğumun Peru kültürüyle büyümesini istiyorum” diyen birine rastladınız mı? Keçuvaca öğrenmesini isteyenleri de göz önünde bulundurduğumuzda, sömürge algısını tartışmak kaçınılmaz oluyor. Baskın kültür ve baskın dil, çoğu zaman kararlarımızı etkiliyor. Bu ülkelerde, “Diplomanı al ve git” anlayışı hâkimken, birçok beyaz yakalı aile, çocuklarını bu okullara göndermek için tasarruf yapmak zorunda kalıyor. Okul ödemeleri, kira ödemeleri kadar ağır bir yük haline gelmiş durumda. Bu süreçte, krediler alıyor, borçlanıyor ve tatillerimizi kısaltıyoruz ama yine de X kuşağının otobüsünden daha fiyakalı bir aktarmaya ulaşma arzusundan vazgeçmiyoruz.
Bu durum, bir arzunun yansıması. Dürüst olalım, “Bizim gibi olmasın” ifadesini sıkça duyuyoruz. Olmadığında ise hayal kırıklığı yaşıyoruz. Gerçekten kendimizi bu kadar mı sevmiyoruz? Okul ücretleri için çoğumuz büyük fedakarlıklar yapıyoruz, hayatlarımızı buna göre yeniden şekillendiriyoruz. Çocuklarımızı, gittikleri yerlerde kötü bir kast sisteminin alt kademelerine dahil ediyoruz ve geri döndüklerinde hayal kırıklığı yaşıyoruz.
Biraz rahatlayabilir miyiz? Başımız sıkıştığında kimi arıyoruz, hatırlayın: Sınavla kazanıp gittiğimiz veya mahalleye yakın yazıldığımız lise ve üniversite arkadaşlarımızı mı, yoksa konsoloslukları mı? Doğal akışa izin vermek belki de en iyisi. Hiçbir okul, kalpten saygı duyulan bir ebeveynin değerini çocuğa katamaz. Bu, kesin bir gerçektir.